Dr.Banu Taşçı Fresko tarafından, kendisine ait www.banutascifresko.com adlı site üzerinden gerçekleştirilen internet ortamındaki faaliyetler kapsamında çerezler kullanılmaktadır.
İtalya Padova Üniversitesi Psikoloji bölümünden Paola Bressan ve Peter Kramer, 2016 senesinde yayınlanan derlemelerinde gluten, buğday, kazein ve süt başta olmak üzere besinlerin, akıl sağlığı üzerine etkilerini yalın ve anlaşılır bir dilde yazmışlar. İngilizce bilenlerin bu derlemeyi kesinlikle okumalarını öneririm, bilmeyenler için ise bir özet yaptım (ilgilendiğiniz referans makaleleri yazının orijinalinde bulabilirsiniz)
Gastroenteroloji, immünoloji, toksikoloji ve beslenme ve tarım bilimleri, psikologlar ve psikiyatristlerin yetki ve sorumluluklarının dışında kaldığı için, besinlerin hastalarının klinik durumu üzerindeki etkisini çok fark etmeyebilir/önemsemeyebilirler.
Bu yazıda ekmeğin (ve buğdayın) (1) bağırsakları nasıl daha geçirgen hale getirdiği ve besin parçacıklarının beklenmedik yerlere taşınmasını teşvik ettiği, geçirgenlik artışı nedeniyle, hem bu besin parçacıklarına hem de bunlara benzeyen beyin moleküllerine karşı bağışıklık sisteminin nasıl harekete geçtiği; ve (2) bu moleküllerden bazılarının beyne ulaşmaları halinde nasıl opioid (vücutta morfin gibi etki gösteren kimyasal maddeler) benzeri bileşikler salgıladığını özetlemeye çalışacağız.
Tahılsız bir diyet, sürdürülmesi zor olsa da (özellikle en çok ihtiyaç duyanlar için), birçok kişinin zihinsel sağlığını iyileştirebilir ve diğerleri için de tam bir tedavi olabilir.
Yaklaşık 12.000 yıl önce, son buzul çağı sona erdiğinde, iklimdeki hızlı değişim geleneksel gıda kaynaklarımızı, özellikle de büyük hayvanları yok etti. Muhtemelen bunun sonucu olarak, Mezopotamya’nın bereketli topraklarında tarım ve hayvan evcilleştirmeye başladık. Bu ‘tarım devrimi’ sonucu insanın ulaşabileceği gıda miktarı (ve kalorileri) arttı, insan nüfusu patladı. Tarım devrimi, yalnızca gıdanın bulunabilirliğini artırmakla kalmadı, aynı zamanda doğasını da kökten değiştirdi: büyük ölçüde alışkın olmadığımız tahıl ürünleri, hızla merkeze geçti.
İnsanlar ve tahıllar arasındaki ilişkinin, her ikisi için de iyi sonuç verdiği tartışılmaz. Her ortak, diğerinin yeniden üremesine, çoğalmasına ve nihayetinde dünyanın geniş parçalarını fethetmesine yardımcı oldu. Her bir ortak, diğeriyle birlikte gelişti ve ona uyum sağladı. Örneğin, hasadı daha kolay ve rüzgara karşı daha güçlü olan mahsulleri tercih etmemize yanıt olarak buğday giderek kısaldı. Aynı zamanda, ekmeğin yumuşak dokusuna tepki olarak yüzlerimiz, çenelerimiz ve dişlerimiz giderek küçüldü (benim notum: et ve sert sebzeleri yemek için daha büyük dişler, çene kemiği ve daha güçlü çiğneme kasları gerekiyor).
Böylece tahılı evcilleştirdik ve karşılığında tahıl bizi evcilleştirdi.
Ama bu evcilleştirme iyi mi oldu acaba? Ne zaman avcı-toplayıcıların geleneksel diyetlerinin yerini tahıl temelli diyetler aldığında, yaşam süresi ve boy azalırken, bebek ölümleri, bulaşıcı hastalıklar, kemik mineral bozuklukları ve diş çürüklerinin sıklığı arttı. Bu sorunlardan bazıları hiçbir zaman tamamen aşılamadı. Örneğin, 4.000 yıl önce başlayan kademeli bir boy artışına rağmen, diyetler tekrar çeşitlendiğinde, ortalama olarak hala tarım öncesi atalarımızdan yaklaşık 3 cm daha kısayız. İnsanlar ve tahıl arasındaki ikili evrim, her iki tarafta da genetik değişikliklere yol açtı; ancak tahılı bizim için başlangıçta olduğundan daha uygun bir besin haline getirmedi.
Bu koşulların psikolojik bilimler üzerinde etkileri olabileceğine dair ilk ipuçlarından biri, İkinci Dünya Savaşı sırasında şizofreni nedeniyle hastaneye yatış oranlarının, buğday kıtlığıyla doğru orantılı olarak düştüğü gözlemiydi. Aynı dönemde buğday tüketiminin azalmak yerine arttığı Amerika Birleşik Devletleri’nde, bu oranlar arttı. Geleneksel olarak düşük buğday tüketimine sahip Güney Pasifik adalarında, şizofreni, Batı tahıl ürünleri piyasaya sürüldüğünde çarpıcı bir şekilde arttı (kabaca 30.000’de 1’den 100’de 1’e).
Otlar, Tahıllar ve Zehirler
Tahıllar, otların tohumlarıdır. Otlar, bitkinin genlerini gelecek nesillere taşıyamayacak kadar küçük parçalara sindirilmesine izin vermezler. Otlar kaçarak veya savaşarak kendilerini savunamazlar, dikenleri yoktur, tohumlarının etrafında koruyucu sert kabuk taşımazlar; ancak çoğu bitki gibi toksin üretirler. Bitkilerin, kendileriyle beslenen yaratıkları caydırmak, onlara zarar vermek veya onları öldürmek için çok çeşitli zehirleri vardır.
Anlaşılır bir şekilde, kendini savunma proteinleri, özellikle bitkilerin en değerli fraksiyonu olan tohumlarda yoğunlaşmıştır. Modern buğdayın üç farklı yabani türünün kendiliğinden çapraz döllenmesinden içerdiği üç ayrı genomdan, en kaliteli ekmekten sorumlu genom, en toksik proteinlerle ilişkilidir.
Tohumlar, gelecekteki fideler için hazır besin sağlamak için tasarlanmış proteinlerle donatılmıştır. Arpa, çavdar ve özellikle buğdaydaki gluten (Latince “tutkal”) olarak bilinen depo proteinleri seti bizim için özel bir değere sahiptir. Ekmek hamuru yoğrulurken gluten, fermantasyon sırasında mayanın ürettiği gazları hapseden elastik bir ağ oluşturur; bu, hamurun pişirme sırasında yükselmesine ve genişlemesine izin verir. Bu özellik buğday ununda en belirgindir; unundan hafif, gözenekli, en kolay çiğnenen ekmeğin elde edilebilmesini sağlar.
İnsanların bir kısmı için gluten toksiktir, zarar verir; bu sıklık son birkaç on yılda sürekli artmaktadır.
Bağırsağımızdaki Delikler
82 şizofreni hastasının ölümleri sonrasında yapılan incelemelerde mide (% 50), ince bağırsak (%88) ve kalın bağırsak iltihap saptanmıştır.
Her birimizde, yüzeyi tüm bir stüdyo daireyi kaplayabilen bir bağırsak duvarı bulunur; bu duvar, su ve besin maddelerinin geçmesine izin verirken vücudumuzu korumak için zararlı bakterilere, toksinlere ve sindirilmemiş yiyecek parçalarına izin vermez. Bu başarı, duvarın hücreleri arasındaki bağlantıların açılıp kapanmasının esnek bir şekilde ayarlandığı sofistike bir bariyer aracılığıyla gerçekleştirilir. Bu savunma sistemi, patojenik (hastalık yapan) mikroplara karşı acil bir savunma hattı görevi de görür. Bağırsağın mideyi hemen takip eden kısmı olan ince bağırsak aslında neredeyse sterildir (mikropsuzdur) bakteriler çoğalmadan önce ince bağırsağın peristaltik hareketleriyle uzaklaştırılır. Herhangi bir anormal mikrop varlığı, hücreler arasındaki sıkı bağlantıların açılmasına neden olan zonulin proteinin salınımını tetikler, böylece su bağırsaklara sızabilir ve artmış bağırsak hareketleri yoluyla bakterileri dışarı atabilir.
Zonulin molekülü, bağırsak geçirgenliğini kontrol eder, büyük moleküllerin ve bağışıklık hücrelerinin geçişine izin verir veya veto eder. Yine de belirsiz nedenlerden dolayı, bazen bu mekanizma kısmen sindirilmemiş gıda bileşenlerinin bağırsak çeperinde zonulinin kontrolünden kaçmasına ve (a) bağışıklık sisteminin büyük bir bölümünü barındıran bağırsak duvarının iç tabakasına ve (b) kan dolaşımına ulaşmasına izin verir. Bu maddeler gittikleri veya vardıkları yere ait olmadıkları için bağışıklık reaksiyonunu harekete geçirebilir; otoimmün hastalıklara zemin hazırlayabilir.
Psikolojik stres bağırsak geçirgenliğini artıran önemli bir faktördür.
Günlük yaşam stresleri nedeniyle kısa süreli olarak, veya erken anne yoksunluğu gibi travmatik nedenlerle uzun süreli olarak geçirgenlik artabilir.
Psikolojik stres ayrıca bağırsak iltihabını kötüleştirir, bağışıklık ile ilgili hastalıkları şiddetlendirir ve zihinsel hastalıkları başlatır veya şiddetlendirir. Bazı yaygın baharatlar ve gıda bileşenleri bağırsak geçirgenliğini etkiler:
Buğday Duyarlılığının Birçok Biçimi
Bazı insanların buğday alerjisi vardır; maruz kaldıktan dakikalar ya da saatler sonra, bu kişiler kızarıklık, baş ağrısı, ishal veya nefes darlığı gibi semptomlar geliştirir – iyi bilinen bir örnek fırıncı astımıdır. Bu buğday alerjisi, bağışıklık sistemimizin parazitik solucanlara, mantarlara ve mikroorganizmalara hızlı tepki veren kısmını çalıştırır.
100 kişiden yaklaşık 1’inde ise glutene karşı gelişen aşırı duyarlılık, kişinin kendi ince bağırsağına karşı kronik bir bağışıklık reaksiyonu olarak ortaya çıkar: bu durum çölyak hastalığı olarak ifade edilir. Zamanla, bu reaksiyon bağırsak duvarını (normalde milyonlarca parmak benzeri çıkıntıyla kaplı) düzleştirir, yüzeyini ve dolayısıyla hem vücut hem de beyin için önemli besinleri emme kabiliyetini azaltır.
Çölyak hastaları, erken çocukluk dönmelerinde glutenle beslenmeye devam ederlerse, bazı kafatası kemiklerinin büyümesi de değişir. Sonuç olarak, yetişkin çölyak hastalarının % 80’inden fazlası alışılmadık yüz oranlarına sahiptir; en sık görülen: yüzün orta üçte birlik kısmından veya normal insanların alnından daha geniş ve belirgin alın yapısıdır.
Çölyak hastalığı olan çoğu insan, hasta olduğunu bilmez. Örneğin, 5.000’den fazla İtalyan öğrenciden oluşan bir örnekte, teşhis edilmiş vakaların teşhis edilmemiş vakalara oranı 1’e 6 idi (yani 10 hastanın 8’i hasta olduğunu bilmiyordu). Yaşlılarda çölyak hastalığı da sıklıkla fark edilmez ve semptomların başlangıcından tanıya kadar ortalama 17 yıllık bir gecikme olur.
Bazı hastalarda non çölyak gluten/buğday hassasiyeti vardır: Çölyak hastası veya buğday alerjisi olmamalarına rağmen gluten tüketmek iyi gelmez, glutensiz beslenme ile rahat ederler. Bu kişilerde gluten, çölyak hastaları kadar bağırsak geçirgenliğini artırır. Semptomlar, glutene maruz kaldıktan saatler ila günler sonra ortaya çıkar ve büyük ölçüde bağırsak dışıdır:
Bir grup hasta ise glutene duyarlı olduklarını ancak aslında buğdayın karbonhidratlarından şişkinlik ve karın ağrısı yaşadıklarını bildirirler.
Çölyak hastalarının % 95’inden fazlası, bağışıklık sisteminin düzenlenmesine karşılık gelen spesifik bir gen varyantını taşır ve yaklaşık% 5’i başka bir gen taşır. Her iki gen de bağışıklık sisteminin kendinin olan ve olmayandan ayırt etme kabiliyetinde rol oynamaktadır. Bu genler aynı zamanda genel popülasyonun% 30-40’ında mevcuttur ve elbette hepsi çölyak hastalığı geliştirmez.
Bu nedenle çölyak hastalığının oluşumunda başka faktörler rol aldığı aşikardır: bunlar basit çevresel tetikleyiciler olabilir(doğum yapmak, bir virüs veya parazite yakalanmak gibi). Çölyak hastalarının yaklaşık% 90’ı hastalık öncesi adenovirüs ile enfeksiyon öyküsü verirler; bu oran kontrollerde % 17’dir. Bu virüs tarafından kodlanan bir protein, yapısal olarak glutene benzer olduğu için, genetik olarak yatkın kişilerde virüse karşı ilk tepkinin glutene ve ardından kendi bağırsağımızdaki her ikisine benzeyen bazı proteinlere uzanabileceği makuldür (bu duruma moleküler taklit veya moleküler çapraz yanıt denir).
Buğday ve Beyin
Ne yazık ki gluten, beyindeki bazı moleküller ile de benzerlik gösterir: serebellar (beyincik) proteinler ve sinirleri izole eden miyelin kılıfının bileşenlerine karşı antikorlar saptanmıştır.
Aynı zamanda, eksikliği hem anksiyete hem de depresyonla ilişkilendirilen beynin temel sakinleştiricisi GABA nörotransmiteri üretiminde görev alan bir enzime karşı da bağışıklık yanıtı mevcuttur.
Pek çoğumuzun başına bu sayılanlar gelmez: bağırsaklarımız ve kan-beyin bariyerlerimiz sağlamdır; öyle kaldıkları sürece de sorun olmaz. Çölyak hastası olan veya olmayan (gluten/buğday hassasiyeti olan) hastalarda gluten tarafından tetiklenen beyne karşı antikorlar, ciddi nörolojik işlev bozukluklarına neden olabilir. Şizofreni hastalarının bir alt grubunun kanında da benzer antikorlar bulunmuştur.
Buğday beyni etkileyebiliyorsa, ruh sağlığını da etkileyebilir.
Her biri binlerce hastayı içeren olağanüstü büyük epidemiyolojik araştırmalar, çölyak hastalığının artan depresyon ve psikoz riski ile ilişkili olduğunu bulmuştur. Normal bağırsak duvarına sahip bireyler arasında çölyak hastalığının kan belirteçlerini taşıyanların gelecekte otizm geliştirme olasılığı üç kat daha fazladır.
Glutene karşı antikorlar, şizofreni ve otizm hastalarında genel popülasyona veya kontrollere göre çok daha sık bulunur. Tedavi almamış otistik çocukların% 87’sinde ve normal çocukların% 1’inde, glutene karşı antikor varlığı mevcuttur.
Mikrobiyal Suçlular
Çölyak hastalığına yatkın olan ana gen, bağırsaktaki mikropların bileşimini de değiştirebilir; bu mikropların (topluca bağırsak mikrobiyotası olarak bilinir) davranışımızı doğrudan şekillendirebileceğini biliyoruz. Gen taşıyıcıları ve taşıyıcı olmayanlarının gaitaları, daha 1 aylıkken önemli bakteriyel farklılıklara sahiptir. Çölyak geni taşıyıcıları daha fazla Clostridia barındırır; Clostridia, otizmli çocukların bağırsaklarında fazla temsil edilme eğilimindedir ve bu bulguları daha önce tartışılan epidemiyolojik kanıtlarla, çölyak hastalarında daha büyük bir otizm riskiyle ilişkilendirmeyi düşündürür.
Bağırsak mikropları, taşıyıcıların ne zaman çölyak hastası olup olamayacağına karar verirler (neredeyse). Bağışıklık sistemimizin olgunlaşması mikrobiyal topluluğumuz tarafından ortaklaşa yürütüldüğünden bağırsak bakterilerimizin normal şekilde gelişmesi çok önemlidir – bu bebekleri uygunsuz bir zamanda uygunsuz yiyeceklerle beslenirse hastalık riski oluşabilir. Bağırsak bakterileri yaşamın ilk 12 ayında büyük ölçüde olgunlaşır, bu nedenle bu dönemde glutenden kaçınmak önemlidir. Çölyak geninin genç taşıyıcıları üzerine yapılan bir çalışmada, 6 ayda gluten verilen bebekler, glutene karşı bağışıklık yanıtı vermeye başladılar; ve muhtemelen hala olgunlaşmamış bağırsak florası bileşimindeki bir değişiklik yoluyla otoimmunite gelişimi başladı.
Göçmenlerin buğday ürünlerine ani, kitlesel maruziyeti sonucu görülen şizofreni olguları bu etkileşim ve bağırsak florasında oluşan değişikliklerin iyi bir örneğidir. Bu durum, temel tahılların buğday içermediği ve geleneksel olarak yenmeden önce fermantasyon yoluyla parçalandığı Sahra altı Afrika’dan Avrupa’ya taşınan insanlarda sık görülür.
Ekmek sadece içerdiği proteinler yoluyla doğrudan değil, ama aynı zamanda dolaylı olarak, bağırsak mikroplarımız üzerindeki etkileri yoluyla zihin sağlığımıza zarar verebilir.
Ekmek yemek ve belirli mikropları barındırmak arasındaki nedensel ilişki aslında her iki yöne de gidebilir; bazı yiyeceklere duyduğumuz özlem, onlarla beslenen bağırsak bakterileri tarafından tetiklendiği çalışmalarda gösterilmiştir. Ekmek nihayetinde şeker (glukoz) moleküllerine indirgenir ve bağırsaktaki pek çok bakteri şeker yiyerek gelişir ve ürerler. Yeteri kadar ‘istedikleri’ besinleri bulamadıklarında, mikroplar kötü ruh hali ve diğer acı verici hisleri tetikleyerek istedikleri yenilene kadar konaklarını manipüle edebilirler; ancak istedikleri şekere kavuştukları zaman rahatlarlar.
Ekmek ve Diğer Narkotikler
Sindirim sırasında gluten, daha fazla çözünmeyen 100 ila1000’lerce parçaya ayrılır. Bazıları morfine son derece benzemektedir ve bu nedenle ekzorfin olarak adlandırılır (burada “ekzo” onların dış kökenine atıfta bulunur). Ekzorfinler diğer proteinlerden de salınır – sütte bulunan ve glutene çok benzeyen kazeinden, ayrıca pirinçte albümin ve mısırda zeinden.
Endorfin Olarak Ortaya Çıkan Ekzorfinler
Morfin gibi, ekzorfinler de vücutta geniş bir şekilde dağılmış olan opioid reseptörlerine bağlanır; bağırsak, akciğerler, üreme organları ve sinir sisteminin çeşitli bölgeleri gibi farklı yerlerde. Bu tür reseptörler elbette kendi opioidlerimiz: endorfinler (iç kaynaklı oldukları için “endo” denir) içindir. Vücudumuz, doğum veya dövüş sırasında olduğu gibi yaralanma veya strese rağmen çalışmaya devam etmemiz gerektiğinde ağrıyı azaltmak için endorfin üretebilir. Uzun mesafeli koşucuların yaşadığı coşku durumu olan “koşucunun coşkulu hali”, kanda endorfin düzeylerinin artması nedeniyle ortaya çıkar.
Endorfinlerin önemli bir işlevinin, stresli ve uzun süreli gıda kıtlığı zamanlarında organizmayı açlığa karşı korumaktır. Aynı opioidin, bağlandığı reseptöre bağlı olarak zıt etkiler gösterebileceğini biliyoruz; anahtar, reseptörün vücutta mı yoksa beyinde mi oturduğu olabilir. Aslında, bağırsaktaki opioid reseptörlerine bağlı olan morfin benzeri endorfinler, vücut kaynaklarını koruma (kabızlığı ve su tutmayı tetikleyerek), motor aktiviteyi azaltma, ağrıyı azaltma, hem üreme hormonlarını hem de cinsel isteği bastırma eğilimindedir. Beyindeki opioid reseptörlerine bağlanma ise aksine enerji tüketimini teşvik eder, reaktiviteyi ve hiperaktiviteyi artırır. Bağırsak reseptörlerine bağlanan moleküller, mevsimsel yiyecek kıtlığına pasif, kış uykusuna benzer bir tepki olarak yorumlanabilir. Beyin reseptörlerine bağlanma ise; aktif, göçü tetikleyen bir tepkiye neden olabilir. Arızalı bir opioid sistemi ile iştahsızlık gibi yeme bozuklukları arasındaki potansiyel bağlantıyı destekleyen pek çok çalışma vardır. Akılda tutulması gereken, endorfinler bedende talep üzerine üretilir, ancak ekzorfinler hemen hemen her (modern) öğünde üretilir.
Gıda ekzorfinlerin işlerini büyük ölçüde bağırsaklardan yapıyor gibi görünmektedir. Bu nedenle, her türlü şekilde enerji tasarrufunu ‘halini’ desteklerler. Yine de ekzorfinler, oraya ulaşabilirlerse, doğrudan beynin opioid reseptörlerine de bağlanırlar. Sorulması gereken soru, gıdaların sindirimi sonucunda bağırsaklarda ortaya çıkan ekzorfinlerin bağırsak ve kan-beyin bariyerlerini anlamlı miktarlarda aşıp aşmadıklarıdır.
Stres, besin bileşenleri, alkol veya ağrı kesiciler, sağlıklı ve bozulmamış bağırsak bariyerini kolaylıkla etkisiz hale getirebilirler. Fareler, radyoaktif olarak işaretlenmiş gluten ile beslendiklerinde, gluten proteinleri daha sonra hayvanların beyinlerinde ekzorfin şeklinde saptanmaktadır.
Ekzorfin üretimi inanılmaz derecede verimlidir. Örneğin, 1 g kazeinin (beslenme açısından pek anlamı olamayan miktarda (yaklaşık iki yemek kaşığı inek sütü)), fizyolojik etkiler uygulamak için yeterince büyük miktarlarda opioidler üretir. Glutenden elde edilen opioidlerin kazeinden elde edilenlerden daha güçlü olduğu çalışmalarda gösterildiği ve Avrupa’daki günlük ortalama gluten tüketiminin 10-20 gram (ve pek çok insanın 50 g’ı aştığı) olduğu gerçeği göz önüne alındığında bu durum fazlasıyla dikkat çekicidir. Sıçanların beyninde, kazeinden elde edilen opioidlerin morfinden 10 kat daha güçlü olduğu gösterilmiştir.
Opioidler, gıdanın hem lezzetli hem de ödüllendirici yönlerinde rol oynarlar, bu nedenle gıda istekleri ve gıda bağımlılığında önemli bir rol oynarlar Opioid antagonisti nalokson, farelerde tercih edilen yiyeceklerin alımını önemli ölçüde azaltır, ancak tercih edilmeyen yiyecekleri azaltmaz. Naloksona çok benzeyen ancak daha uzun süre etkili olan ve ağızdan alınabilen naltrekson, insanlarda aşırı yemeyi baskılamaktadır; insanlar bir kase makarnayı daha az hoş olarak değerlendirir ve daha az yerler.
Buğday ve süt ürünleri gibi ekzorfin içeren yiyecekler gerçekten de ödüllendiricilikleri ile bilinir; insanlar onlardan vazgeçmekte son derece zorlanır. Sütün bağımlılık yapıcı özellikleri, muhtemelen evrim tarafından bebeklerin emzirmeye devam etmelerini garantilemek için tasarlandı. Yeni doğanların bağırsakları son derece geçirgendir – hem olgunlaşmamış bağışıklık sistemine yardımcı olan anneden gelen antikorlara değil, hem de süt opioidlerine de karşı. Sütü uygun şekilde sindirmek için enzim üretimi (laktozu sindiren laktaz enzimi), sütten kesildikten sonra duracak şekilde genetik olarak programlanmıştır. Yetişkinler tarafından düzenli olarak süt alımı evrimsel olarak yenidir ve yalnızca hayvanların evcilleştirilmesiyle başlamıştır (benim notum: buzdolapların hayatımızda yer alması da ikinci önemli bir faktördür); sığır besleyen popülasyonlarda bu enzimin bir mutasyonu sayesinde tüketime devam etmek mümkün olmuştur. İlginç ve belki de endişe verici bir şekilde, sığır sütündeki opioidler insan sütündekilerden 10 kat daha güçlüdür. Dört yaşına kadar çocukların yaklaşık yarısının gece uykuya dalmak için süt şişesine ihtiyaç duymasına şaşırmamak gerekir. Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta (yukarıda aktarıldığı gibi) buğdaydaki opioidlerin sığır sütündekinden çok daha güçlüdür.
Muhtemelen, sindirimi ekzorfin salgılayan gıda maddeleri, narkotik benzeri özelliklerinden dolayı tercih edilmektedir. Aslında, bu kimyasal ödülün tarımın ilk benimsenmesi için bir teşvik olabileceği düşünülmüştür: daha az besleyici olmalarına ve daha fazla iş gücüne ihtiyaç duymalarına rağmen, tahılların hızlı ve kapsamlı bir şekilde geleneksel yiyeceklerin yerini almasının nedeni bu olabilir mi? Ayrıca, et, yumru kökler ve meyve gibi daha kolay işlenen gıda maddelerinin bolluğu onu gereksiz kıldığında bile tahıl ekimi devam etti Bir ipucu, yerleşik her kıtadaki tüm büyük uygarlıkların, yalnızca yumru ve sebze yetiştiren veya hiç tarım yapmayan gruplarda değil, tahıl tarımı yapan gruplar halinde ortaya çıktığı gerçeği olabilir. Wadley ve Martin’in oldukça cüretkar hipotezine göre, besinlerle günlük opioid alımı; insanların kalabalık hareketsiz koşullara, düzenli çalışmaya ve yöneticiler tarafından boyun eğdirilmeye toleransını artırabilir.
Yanlış Yerde Çok Fazla Exorphin
Bu narkotik özellikteki kimyasallar herkesi aynı şekilde etkilemez. Örneğin, şizofreni hastalarının idrarında ve kanında, otistik çocukların ise idrarında anormal derecede yüksek süt ve/veya buğday ekzorfin seviyeleri bulunmuştur. Bu ekzorfinler saflaştırılıp farelerin beynine enjekte edildiğinde, farelerin çarpıcı şekilde tuhaf davranışlar sergilemesine neden olur: önce çok huzursuz, sonra hareketsiz ve aşırı savunmacı. Aynı fareler, otizmli çocuklarda sıklıkla görüldüğü şekilde zil sesini duymadılar/duymazdan geldiler. Sağlıklı insanların kanından gelen ekzorfinler, fareler üzerinde daha zayıf ve daha kısa, ancak benzer şekilde etki yaptı.
Ekzorfinler, şizofreni ve otizmde görülenlere benzer davranış bozuklukları (azalmış sosyal etkileşim, azalmış ağrı duyarlılığı, kontrolsüz motor aktivite) ortaya çıkarmanın yanı sıra, farelerde şizofreni ve otizmde etkilenen beyin bölgelerinin aynısını aktive ederler. Görsel ve işitsel beyin bölgeleri üzerine olan etkileri şizofrenideki halüsinasyonlar gibi tipik işlev bozukluklarıyla uyumludur. Bir olgu bildirisinde, yetişkin bir hasta gluteni beslenmesinden çıkardıktan sonra, erken çocukluktan itibaren her gün yaşanan, oldukça rahatsız edici görsel ve işitsel halüsinasyonların tamamen çözüldüğünü tanımlaması belki de tesadüf değildir.
Psikotik çocuklarda şizofreni hastalarında ve doğum sonrası psikozu olan kadınlarda, kesinlikle ait olmadıkları bir yerde, beyin omurilik sıvısında normalden daha büyük miktarlarda ekzorfin tespit edilmiştir. Arızalı bariyerlerin varlığında ise bağırsaktan kana ve oradan da beyin omurilik sıvısına geçebilirler. Şizofreni hastalarında (sağlıklı bireylerin aksine) kanda glutene karşı ne kadar çok antikor bulunursa, beyin omurilik sıvısında o kadar çok bulunur. Bu korelasyon, hastalardaki antikorların bir yerden diğerine, hasta olmayanlara göre daha fazla yayıldığını gösterir ve bariyerlerde düzensizliğe işaret eder.
Tedavi Olarak Diyet
Buğdaydan (ve gluten ile kazein arasındaki benzerlik göz önüne alındığında muhtemelen süt ürünlerinden) yoksun bir diyetin akıl hastalığı olan bazı hastaları iyileştirebileceğine dair kanıtlar yaklaşık 50 yıldır mevcuttur. Ancak daha yeni çalışmalarda bu tür kanıtlar çeşitli şekillerde görmezden gelinmiştir.
Çalışmaların çoğu, yemeklerin sıkı bir şekilde denetlenebildiği psikiyatri servislerinde tutulan şizofreni hastaları üzerinde yürütülmüştür. Tahılsız ve sütsüz beslenen hastalar, tahıl açısından zengin beslenen hastalara göre ya taburcu edilmiş ya da kilitli bir koğuştan açık bir servise transfer edilmiştir (iyileşmiştir). Hastalara ve personele fark ettirilmeden beslenmeye gluten eklendiğinde, elde edilen tüm yararların sıfırlandığı da görüldü. tahıl ve sütsüz diyet glütenle desteklendiğinde etki iptal edildi.
Özellikle birkaç aydan daha uzun süreler uygulandığında gluten ve kazeinden uzak durmak, otizm spektrum bozukluğu olan çocukların bir kısmına da fayda sağlar. Daha önce herhangi bir tedaviye cevap vermemiş 70 çocuğu takip eden bir çalışmada, tedaviye yanıt oranı glutensiz ve kazeinsiz beslenme 3 ay sonra etkileyici bir şekilde% 80’e ulaştı.
Glutene duyarlı kişilerde, uzun vadeli buğday tüketimi potansiyel olarak kalıcı hasara yol açabilir; bu nedenle kronik hastalarda değişiklik beklenmez/görülmez. Yine de, glutensiz diyetlerde, herhangi bir tedaviye yanıt vermeyen ve hayatlarının çoğunu kurumlarda geçiren ciddi şekilde rahatsız olan şizofreni hastalarında psikiyatrik belirtilerde belirgin iyileşmeler gözlenmiştir. Bu hastalardan bazıları, gluten yeniden verilir verilmez dramatik bir şekilde kötüleşti.
Glutensiz bir diyetle akıl sağlığında iyileşme, elbette, yalnızca buğdaya karşı olumsuz fiziksel reaksiyonu olan, örneğin glutenle ilişkili antikorlar olarak ifade edilen kişiler için beklenmelidir. Gerçekten de, glutene tepki vermediği gösterilen sekiz kronik şizofreni hastası üzerinde yapılan küçük bir çalışmada, hiçbiri gluten ve sütsüz bir diyetle iyileşme göstermedi.
İronik bir şekilde, diyetteki bir değişikliğin potansiyel faydası ne kadar büyükse, ona karşı direnç o kadar büyük olabilir.
Tahıl ekzorfinleri bağımlılık yaratabilir.
Aşırı duyarlı insanların yarısının kendilerine zarar veren yiyecekleri çok arzuladıkları ve onu diyetlerinden çıkardıklarında yoksunluk belirtileri yaşadıkları tahmin edilmektedir.
Sonuç
Hepimizde ekmeğin bağırsak duvarını daha geçirgen hale getirdiğini, toksinlerin ve sindirilmemiş gıda parçacıklarının bağışıklık sistemini uyarabilecekleri yerlere taşınmasını teşvik ettiğini gösterdik. Hepimizde tahıl ve süt ürünlerinin sindiriminin opioid benzeri bileşikler ürettiğini ve bunların beyne ulaşırsa zihinsel bozukluklulara neden olduğunu gösterdik.
Bu kanıtlar hepimizin ekmek ve süt yerken neden psikotik semptomlar geliştirmediğimiz sorusunu beraberinde getiriyor. Akla yatkın bir cevap nihayetinde bu semptomları gösteren bireylerin bir “bağışıklık kusuru” taşıyabileceğidir. Ortaya çıkan antikorlar veya ekzorfinlerin kendileri daha sonra hatalı bariyerler nedeniyle ya doğrudan kan dolaşımından ya da beyin omurilik sıvısı yoluyla beyne erişim sağlayabilirler. Diğer bir olasılık, genetik kusurun bağışıklık sisteminde değil, bağırsakta veya kanda ekzorfinlerin parçalanmasında rol oynayan enzimlerde olmasıdır.
Buğday onlara ciddi zararlar verse de, çölyak hastalığı olan çoğu kişi hastalığa yakalandığının farkında değildir. Şu anda buğdaya aşırı duyarlı olup olmadığımızı kesin olarak ortaya çıkarabilecek hiçbir test mevcut değil. Bununla birlikte, bu tür aşırı duyarlılığın şizofreni, bipolar bozukluk, depresyon, anksiyete ve otizm gibi zihinsel rahatsızlıkları da beraberinde getirebileceğine dair kanıtlar çok kuvvetlidir. Aşırı duyarlı olduğu gösterilen hastalar, buğday ve süt ürünleri içermeyen bir beslenmeyle ya önemli ölçüde iyileşmiş ya da zihinsel semptomlarını tamamen iyileştirmişlerdir. Diğerleri için, buğdaya duyarlılık testlerine rağmen, buğday ve süt ürünlerinin veya en azından gluten ve kazeinin – başka hiçbir şey olmasa da teşhis amacıyla – ortadan kaldırılmasını savunuyoruz. Farmakolojik tedavilerin aksine, zararlı yan etkilere dair herhangi bir rapor alınmamıştır. Aslında, yaygın bilginin aksine, tam tahıllar besin grupları arasında besin yoğunluğunda sondan sonra sıralanır; sadece çiğ, insan tüketimi için uygun olmayan hallerinde besin açısından yoğundurlar. Bu nedenle, tahılların yerine sebze, meyve ve kabuklu yemişler, etler ve deniz ürünleri koymak aslında diyetin vitamin ve mineral içeriğini artırır.
Ekmek demek yemek demektir; zihinsel sağlığımızı tehdit edebileceğini öğrenmek birçokları için şok olabilir. Ekmek dışında süt, pirinç ve mısır gibi diğer gıda maddeleri de sindirim sırasında ekzorfinler açığa çıkar.
Buğday, pirinç ve mısır 4 milyardan fazla insanın temel gıdasını oluşturuyor. Diğer bir popüler besin maddesi olan şeker, süpermarket ürünlerimizin çoğunda açık veya gizli olarak bulunur. Şeker, bir ekzorfin kaynağı olmasa da, endorfin salınımına neden olur ve bağımlılıkla ilişkili etkileyici nörofizyolojik değişikliklerle birlikte, aşerme, aşırı yeme ve yoksunluk problemlerine neden olabilir.
Psikologlar ve psikiyatristler genellikle hastalarının anormal yeme alışkanlıklarına çok dikkat ederler. Bizim önerimiz normal beslenme alışkanlıklarına da göz kulak olmalarıdır.
Dr.Banu Taşçı Fresko tarafından, kendisine ait www.banutascifresko.com adlı site üzerinden gerçekleştirilen internet ortamındaki faaliyetler kapsamında çerezler kullanılmaktadır.
Çerez ayarları tercihlerinizi kaydedebilmemiz için kesinlikle gerekli çerezler her zaman etkin olmalıdır.
Bu çerezi devre dışı bırakırsanız, tercihlerinizi kaydedemeyiz. Bu da, bu web sitesini her ziyaret ettiğinizde çerezleri tekrar etkinleştirmeniz veya devre dışı bırakmanız gerekeceği anlamına gelir.